Posts

Showing posts from November, 2024

KISKANÇLIĞIN DERİNLERİ

Başarı, bir kişinin çok çalışarak, çaba göstererek elde ettiği bir şeydir. Kendi başarımızdan gurur duyarız çünkü bu, bizim emeğimizin ve çabamızın sonucudur. Ancak bazen, başarılarımızı başkalarının da elde etmesinden korkarız ve bunu kıskanırız. Peki, neden böyle hissederiz? Başarılarımız, genellikle çok çalışarak kazandığımız şeylerdir. Bu nedenle, bu başarıyı kendimize ait, özel bir şey olarak görürüz. Eğer başka biri aynı başarıyı elde ederse, bu başarıyı sadece biz hak etmişiz gibi hissederiz. Başka birinin bizim başardığımızı başarması, bizi endişelendirebilir. “Eğer o da bunu başardıysa, benim başarım ne kadar değerli?” diye düşünebiliriz. Bu, kıskanmanın bir sebebidir. Başkaları bizimle aynı başarıyı elde ederse, başarımızın daha az değerli olacağını düşünürüz. Kıskanmak, genellikle kendimizi yetersiz hissettiğimizde ortaya çıkar. Başka birinin bizim başardığımız şeyi başarması, bazen bizim eksik olduğumuzu düşünmemize neden olabilir. “Ben neden bunu başaramadım?” sorusu k...

DİJİTALLEŞMENİN TARİH ARAŞTIRMA VE YAZIM SÜREÇLERİNE OLUMLU VE OLUMSUZ ETKİLERİ

Image
Teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte, dijitalleşme hayatımızın her alanını etkiliyor. Tarih araştırmaları da bu değişimden nasibini aldı. Dijitalleşme, tarihçilerin araştırmalarını daha hızlı yapmalarını sağlarken, bazı zorluklar da yaratabiliyor.         Olumlu Etkiler: Daha Kolay Erişim ve Zengin Kaynaklar: Eskiden tarihçiler araştırmalar yapmak için kütüphanelere ya da arşivlere gitmek zorundaydılar. Şimdi ise internet sayesinde birçok eski belge, fotoğraf ve kitap dijital ortama aktarılmış durumda. Google ve dijital kütüphaneler gibi platformlar üzerinden tarihçiler, daha fazla kaynağa ulaşabiliyor. Zaman ve Yer Tasarrufu: Dijitalleşme, tarihçilerin araştırmalarını yaparken hem zamandan hem de mekândan tasarruf etmelerini sağlıyor. Örneğin, bir tarihçi internet üzerinden bir belgenin fotoğrafına ulaşabilir, bir arşive gitmek zorunda kalmaz. Bu da araştırmaların çok daha hızlı yapılmasına olanak tanır. Veri Analizinin Kolaylaşması: Dijitalleşme...

ÖĞRETMEN

  Öğretmenler, hayatımızdaki en önemli insanlardan biridir. Onlar, bize bilgi ve beceriler kazandırmanın yanı sıra, iyi bir insan olmayı da öğretirler. Okulda öğrendiğimiz her şeyin temeli öğretmenlerimizin çabalarıyla şekillenir. Bizim geleceğimizi inşa etmek için büyük emek harcarlar. Bir öğretmenin görevi, sadece ders anlatmak değildir. Öğretmenler, öğrencilerine moral verir, onları cesaretlendirir ve doğruyu yanlıştan ayırt etmelerine yardımcı olurlar. Onlar, bizim için birer rehberdir. Eğer bir konuda zorlanıyorsak, öğretmenlerimiz bize nasıl daha iyi yapabileceğimizi anlatır. Öğretmenler, sabırlı ve anlayışlı olmalıdır. Her öğrencinin farklı bir öğrenme şekli vardır ve öğretmenler, her öğrencinin ihtiyacına göre ders verirler. Bazen bir öğrenci daha fazla zamana ihtiyaç duyabilir, bazen bir diğeri hemen öğrenebilir. Öğretmenler, bu farklılıkları göz önünde bulundurarak, her öğrencinin en iyi şekilde öğrenmesini sağlarlar İyi bir öğretmen, öğrencilerine sadece bilgi öğre...

ACININ KAPANI

Bazen hayat çok zor gelir, sanki her şey üst üste gelir ve insanı aşağıya çeker. O zaman insanlar, acılarını ya da üzüntülerini daha çok düşünürler. Kendini kötü hisseden biri, bazen acısını daha çok büyütmek ister gibi, sürekli bu acıyla yaşar. Kendine acındırmak, başta sanki bir rahatlama gibidir. İnsan, acısını herkesten gizleyip, kendi içinde ona odaklanmaya başlar. Ama zamanla bu, bir kısır döngüye dönüşür. İnsan kendini sürekli üzgün hisseder, acısını daha çok düşünür ve sanki ondan başka bir şey düşünemez olur. Bu durum insanı yalnızlaştırır. Ne kadar çok acıyı düşünürsen, bir süre sonra dış dünyayla bağın kopar. Kendine acındırmanın en büyük sorunu da budur; insanı hem içsel olarak hem de diğer insanlarla uzaklaştırır. Acı, bazen insanı daha güçlü yapar, ama bazen de onun içine kapanmasına neden olur. Kendine acındırmak, acıyı sürekli düşünmek, insanı aslında özgürleştirmez, aksine daha da sıkıştırır. Çünkü acıyı büyütmek, insanı gerçeklerden uzaklaştırır. Kendine acındır...

ŞİKAYETLERİN ÖTESİNDE

                 Hayat, bazen gürültülü bir ormana benzer. Her yerden sesler gelir, ama bazı sesler, insanın huzurunu bozar. Bazen insanlar sadece dırdır etmek için konuşurlar. Sürekli şikayet ederler, ama söyledikleri pek de önemli değildir. Sadece rahatsız edici bir ses çıkarırlar. Bu tür insanlara "dırdırcı" denir. Dırdırcılar, çoğu zaman bir şeyler başarmak için değil, sadece başkalarının dikkatini çekmek için konuşurlar. Ya da belki, içinde bulundukları sıkıntıları dışa vurmanın yolunu bulmuşlardır. Ama söyledikleri, gerçek anlamda bir şey ifade etmez. Onlar, sadece kendi dertlerini duymak isterler. Başkalarının sorunları, onları pek ilgilendirmez. Dırdırcılar, dünyadaki yerlerini ve anlamlarını bulamamış kişilerdir. Kendilerini yalnız hissederler ve bu yalnızlıklarını başkalarının hatalarını söyleyerek dile getirirler. Ama bu durum, onları daha güçlü ya da değerli yapmaz. Aksine, sürekli dırdır eden insan, başkalarına zarar ver...

YALNIZLIK VE KENDİ KENDİNE YETMEK ARASINDAKİ İNCE ÇİZGİ

                 Kendi başına yaşamak, dünyadan fazla etkilenmeden var olmak, insanın zaman zaman en çok istediği şey gibi gelir. Ama kendi kendine yetmek, dünyaya tamamen sırt çevirmek değil, dünya ile kurduğumuz ilişkiyi değiştirmek demektir. Herkes bir şekilde başkalarına, çevresine, topluma bağlıdır. Hiçbir insan tamamen bağımsız olamaz. Bir yandan kendine yetmek istesek de, bir diğer yandan insan, çevresiyle olan ilişkilerinden, başkalarının fikirlerinden, yaşamını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu şeylerden etkilenir. Ama burada önemli olan nokta, bu bağımlılığı fark etmek ve bu bağımlılığı mümkün olduğunca azalmak, hatta dönüştürmektir. Kendi kendine yetmek, başkalarına olan ihtiyacı tamamen ortadan kaldırmak değil, bu ihtiyacı sağlıklı bir şekilde yönetmek ve kontrol altına almaktır. Montaigne'in anlatmak istediği, içsel bir huzura ulaşmak için insanın kendisini dış dünyadan soyutlaması gerektiği değil, dışarıdan gelen baskı...

ALIŞKANLIKLAR: DÜŞÜNMEDEN YAŞANILAN HAYATLARIN VERDİĞİ GÜVENCE

               Hayatımızın çoğu, alışkanlıklarımızdan oluşur. Sabahları kalktığımızda hemen yaptığımız şeyler, akşamları yatmadan önce yaptıklarımız, öğle arasında her gün aynı saatte yediğimiz yemekler… Hepsi alışkanlıklarımıza dayanır. Başta küçük ve basit görünen bu şeyler, zamanla yaşamımızın temel parçalarına dönüşür. Peki, alışkanlıklarımız bizi ne kadar tanımlar? Ya da biz alışkanlıklarımızı ne kadar tanıyabiliriz? Alışkanlıklar, genellikle farkına varmadan oluşturduğumuz davranışlardır. Her şey bir seçimle başlar: Sabahları bir kahve içmek, akşamları bir kitap okumak, bir parka yürüyüşe çıkmak. Bu seçimler bir süre sonra düzen haline gelir. Her gün bu alışkanlıkları tekrar ederiz ve onlarsız bir gün geçiremez hale geliriz. Alışkanlıklar, başta bizi rahatlatan, güven veren şeylerdir. Fakat bazen, sürekli aynı şeyleri yapmak, bizi sıkıştırabilir. Alışkanlıklar bizi bir yandan güven içinde tutar, ama diğer yandan kim olduğumuzu, ne ist...

ZAYIF OLMANIN YALNIZLIĞI

Hastalık, sadece bedenin zayıflaması değil, aynı zamanda insanın toplumdaki yerini ve kendini nasıl gördüğünü etkileyen bir durumdur. Bir kişi hasta olduğunda, çevresi onu farklı bir gözle görmeye başlar. Toplumda hasta olmak, genellikle bir zayıflık olarak algılanır. İnsanlar hasta olduklarında, çoğu zaman yalnızlaşır ve toplumdan dışlanır. Çünkü hastalık, başkalarına bir tehdit gibi gelebilir. Bazen insanlar, hasta olan kişiye yardım etmek yerine ondan kaçmayı tercih ederler. Hastalık, yalnızca bedeni etkilemekle kalmaz, insanın ruhunu da etkiler. Bedensel bir rahatsızlık, kişinin özgüvenini zedeler. İnsan, sağlıklı olduğu zaman güçlü hissederken, hasta olduğunda kendini zayıf ve savunmasız hissedebilir. Bu, insanın hem fiziksel hem de psikolojik olarak zor bir duruma düşmesine yol açar. Bir hastalık, insanın sadece vücudunu değil, düşüncelerini ve duygularını da etkiler. Bu yüzden hasta olmak, yalnızca fiziksel bir sıkıntı değil, aynı zamanda duygusal bir yük olabilir. Hastalık,...

HERKESİN KENDİ MUTLULUĞU

Mutluluk herkes için farklıdır. Yani mutluluk, kişiden kişiye değişir. Bir insan için mutluluk, başka bir insan için aynı anlamı taşımaz. Gerçek mutluluk, kişisel bir deneyimdir, her insan onu farklı bir şekilde yaşar. Örneğin, bir kişi lüks bir hayat sürerken mutlu olabilir. Ama bir başkası, basit bir yaşamda ve sade şeylerde mutluluğu bulur. Bu, mutluluğun ne kadar göreceli olduğunu gösterir. Montaigne de bu yüzden mutluluğun belirli bir ölçüte, bir kalıba göre tanımlanamayacağını savunur. Birinin mutlu olmak için ihtiyaç duyduğu şey, diğerinin mutluluğunu engelleyebilir. Bazen insanlar, daha fazla para, daha iyi bir iş veya daha yüksek bir statüyle mutluluğu ararlar. Ancak bu dışsal şeyler genellikle insanı mutlu etmez. Çünkü insan, sahip olduklarıyla yetinmeyi bilmezse, her zaman daha fazlasını ister ve bu da gerçek huzuru bulmayı engeller. Mutluluk, sahip olduklarımıza değer vermekle, onları kabul etmekle gelir. Bu noktada, mutluluğun göreceliliği, sadece sahip olduklarımızl...

GÖRÜNMEYEN NEDENLER

Bir şeyin neden olduğunu anlamak, bazen düşündüğümüz kadar kolay değildir. Mesela birinin neden sinirlendiğini ya da neden bir karar aldığını her zaman ilk bakışta anlayamayız. Gerçek nedenleri bulmak, genellikle derin bir düşünmeyi gerektirir. Çoğu zaman, bir olayın nedeni basitçe açıklanabilir: Birinin başarısızlığı, "yetersiz çalışması" gibi bir sebebe bağlanabilir. Birinin başarısı ise "çok zeki olması" ile açıklanabilir. Ama bu tür açıklamalar genellikle yetersizdir. Gerçek nedenler, daha karmaşıktır. Bir insan bir şeyi yaparken, sadece dışsal sebepler değil, içsel sebepler de etkili olabilir. Örneğin, birinin sinirli olmasının arkasında, o kişinin geçmişte yaşadığı bir olayı ya da içinde tuttuğu bir duyguyu etkileyen bir durum olabilir. Yani, sadece görünen nedenlere bakmak yeterli değildir. Montaigne, insanların çoğu zaman dışsal nedenlerin ötesinde, içsel sebeplerle hareket ettiklerini söyler. Bir insan, yaptığı bir şeyin nedenini bazen kendisi bile tam ...

BEDENİN CANLI RUHUN ÖLÜ OLDUĞU HAYATLAR

Herkes bir gün öleceğini biliyor, ama çoğumuz ölüm hakkında düşünmekten kaçıyoruz. Hayatla ölüm arasındaki farkı anlamaya çalışmak, bazen çok karmaşık olabilir. Gerçekten yaşayan insanlar var mı, yoksa bazılarımız sadece "yaşayan ölü" mu? Bazen insanlar sadece nefes alır, ruhları ve düşünceleri ölü gibidir. Yani bedenleri yaşar ama iç dünyaları donmuştur. Bu insanlar, hayatın gerçek anlamını keşfetmezler. Sadece var olurlar, ama yaşamazlar. Gerçek yaşamak, sadece var olmak değil, duyguları hissedebilmek, düşüncelerimizi özgürce ifade edebilmek ve hayatı tam anlamıyla yaşamak demektir. Bazen insanlar, içsel olarak ölü gibi yaşar. Başkalarının söylediklerini tekrar ederler, kendi düşüncelerini oluşturmazlar. Her şey alışkanlıklara bağlıdır. Gerçekten yaşamak, sadece bedenin hayatta olması değil, zihnin ve ruhun da aktif olması demektir. Ölümü kabul etmek, hayatı daha değerli kılar. Ölümün her an gelebileceğini bilmek, her anı daha dikkatli yaşamamıza sebep olur. Eğer ölüm...

GÖZDE ÇİRKİNLİK

Çirkinlik, çoğu zaman göz ardı edilir, birisine ne kadar güzel olduğunu söyleyebilirsiniz ama çirkin göründüğünü söyleyemezsiniz, ama her zaman gözlerimizin önünde olan bir kavramdır. Estetik ve güzellik ile yan yana anılmasa da, bir o kadar da iç içe geçmiş bir olgudur. Çirkinlik, belki de ilk bakışta kendini kabul ettirmeyen, gözleri rahatsız eden, insana acı veren bir şeydir. Ama asıl mesele, gözlerimizin neyi rahatsız ettiğini, neyin çirkin sayıldığını sorgulamaktır. Her toplum, her kültür, her dönem kendi estetik standartlarına göre çirkinliği tanımlar. Birçok farklı güzellik anlayışı vardır. Ancak bunların çoğu, genellikle içsel güzellikten bağımsız bir şekilde, dışsal olanın yüceltildiği, yapay bir güzellik anlayışlarıdır. Çirkinlik sadece yüzeysel bir değer olarak görülmemelidir; aksine, insan ruhunun derinliklerine ve toplumsal yapıya dair birçok iz taşıyan bir anlama sahiptir. Zaman zaman güzellik de, tıpkı çirkinlik gibi, geçici ve yüzeysel olabilir. İnsanlar, dış görünü...

KENDİMİZİ ANLATMAK ÜZERİNE

Kendini anlatmak denince herkesin aklına kelimeler yoluyla bunu gerçekleştirmek geliyor. Ama bence insanın iç dünyasın anlatmak için kelimeler yeterli değildir. Bazı duyguların, hislerin karşılığı kelimelerde bulunmaz. İnsan kendini ne kadar iyi anlatırsa anlatsın her zaman bir eksiklik olacaktır. Çünkü bazı hisler vardır ki bırakın kelimelere dökmeyi zihninizin içinde bile nasıl bir his olduğunu anlamlandıramazsınız. Kendini anlatma çabası aslında bir kendini anlama çabasıdır. Kendimizi anlamaya çalışırken yansız olmamız aslında imkansızdır. Hangi bakış açısından bakarsak bakalım kendimizi anlamaya çalışırken sürekli dış dünyanın etkisi altında kalırız. Örneğin Montaigne, kendisini anlatma sürecini bir tür içsel hesaplaşma gibi görür. "Bir insan ne kadar kendi üzerine düşünürse, o kadar çok insanın aynı şekilde düşündüğünü fark eder," derken, aslında insanın kendisini anlatmasının, diğerlerini anlamanın bir yolu olduğunu ima eder. Kendini anlatmak, bir bakıma kendini dışar...